O yıl, kış çok uzun sürmüş, yollar kapanmış, her taraf kar ve buz içinde kalmıştı. Dimdik duvar gibi kara kayalıktı Sarıca köyü. Soğuktan sarp kayalıkların oyuklarında saklanıyordu zavallı hayvanlar. Dağların doruklarında kar birikintileri gittikçe çoğalıyordu. Yaşamın tüm zorluklarına inat, insanlar, mutlu olmaya çalışarak, yinede tanrıya şükür ediyorlardı.
Hava kurşun gibi ağır, toprağın yüzü kırağılıydı. İnsanlar vapur dumanı gibi, ağızlarından buharlar çıkararak, zorlukla, soluk alıp veriyorlardı. Sular bile donmuştu.
Çocuklar evin içinde olmalarına rağmen, ellerini koltuk altına sokarak, ısınmaya çalışıyorlardı.
O akşam Ayşe'nin babası Bekir, erkenden eve, çalı çırpı toplayıp getirmiş, üstelik hiç bir zaman yakmadığı, odun sobasını da yakmıştı.
Ayşe, babasının sobayı yakmasını hayretle karşılamış, bir şey diyememiş, ahırda hayvanlara yem veren annesine, usulca durumu anlatmıştı.
Annesi "Bu akşam komşu köyden misafirlerimiz var, seni istemeye gelecekler onun için odanın içinin sıcak olması lazım' demişti. Henüz 15 yaşına yeni girmiş, Ayşe, annesinin bu sözü karşısında afallamış :
-Ne istemesi! Kimi istiyorlar ? diyebilmişti.
Annesi, "Seni istemeye geliyorlar, gelecek ay seni evlendireceğiz" deyince, henüz bir çocuk olan zavallı Ayşe, oracıkta yığılıp kalmıştı.
Annesi, "Hiç itiraz istemem, baban konuşup başlık parasını bile almış" dediği zaman, Ayşe, daha evlenmenin ne olduğunu bile, bilmiyordu.
Güzeller güzeli Ayşe, 15 yaşında olmasına rağmen, film yıldızlarını kıskandıracak kadar alımlı ve güzeldi.
Yanakları al, gözleri masmavi, olan Ayşe'yi genellikle 'Maviş' diye çağırırlardı. Her sabah sırtına kadar inen siyah saçlarını özenle tarar, bazen at kuyruğu gibi örerek, salına salına yürür, köydeki tüm gençlerin dikkatini çekerdi.
Kendisi güzel, ama kaderi çirkin olan zavallı Ayşe ne yazık ki, iki öküz tutarındaki başlık parasına, babası yaşındaki bir adamla zorla evlendiriliyordu.
Damadın kendisinden yirmi yaş büyük olduğunu ancak, evlendikten sonra komşulardan duymuştu. Karşı gelecek ne gücü, nede derdini anlatacak kimsesi vardı.
O tarihlerde köyde ortaokul yoktu. Köydeki çocuklar dört kilometre uzaklıktaki kasabadaki okula, yürüyerek gidip geliyorlardı. Çetin kış şartlarında kar, tipi demeden, çamurlu yollardan, derelerden, tepelerden geçerek, okula varıyorlardı. Bazen yollarda çamura batan ayakkabıları öyle bir ağırlaşıyordu ki, eve geldikten sonra saatlerce temizlemek zorunda kalıyorlardı.
Her ne kadar Ayşe 'Ben okumak istiyorum. Okuyup Hemşire olmak istiyorum' dediyse de kimseye derdini anlatamadı.
Babası, 'Okuyupta ne olacaksın! Okula artık gitmeye gerek yok. Hem bu kadar yolu hergün gidip gelmekten de kurtulursun. Karşı köyde Şexo diye biri var. Adam çok zengin. Seni ona verdim' dediği zaman. Ayşe'nin dizleri kırılmış, gözyaşlarına hakim olamamıştı.
O'nun tüm itirazlarına kimse kulak asmamıştı.
Nitekim, Ayşe zorla, babası yaşındaki bu adamla, evlendirilmiş ve hiçbir zaman mutlu olamamıştı.
Buna rağmen yinede "çocuklarımın babasıdır deyip", yıllarca kahrını çekmiş, ancak devamlı, baskı ve şiddet görmüştü.
Belki fazla çocuk doğurursam, kocam düzelir, bana şiddet uygulamaz, şefkat gösterir düşüncesiyle, sekiz çocuk doğurmuştu Ayşe kadın.
Dile kolay!
Tam sekiz çocuk...
Bu kadar çocuk doğuran bir kadında can mı kalır?
Nitekim, Ayşe kadın yıllarca tarlada ırgat gibi çalışmaktan, çocuklara bakmaktan yorulmuş ve amansız bir hastalığın pençesine düşmüştü. Ayşe kadın defalarca "hastayım" demesine rağmen kocası onu, doktora götürmemiş, hatta hiç ilgilenmemişti. Ayşe'nin hücreleri ölmeye başlamıştı, dayanacak gücü kalmamıştı. Çocuklar babalarına yalvarıyordu. 'Baba, lütfen annemizi doktora götür.'
Şexo gerek çocukların baskısı ve gerekse, karısının durumunun acil olması dolayısiyle nihayet bir gün insafa gelip, onu Van'daki bir hastaneye götürmüş, ancak hasta oradan başkent Ankara'ya havale adilmişti.
Yüksekova'ya bağlı, bir köyde yaşayan 8 çocuklu Ayşe kadına, Ankara Numune Hastanesinde ilik kanseri teşhisi konulmuştu.
Ancak çok geç kalınmıştı. Çünkü ateş bacayı sarmış, hastalık çok ilerlemişti. Ayşe kadın günlerce hastanede tedavi görmüş, ancak bir sonuç alınamamıştı.
Kısacası yapacak bir şey yoktu. Yaşamasından ümit kesen doktorlar, taburcu etmişti Ayşe kadını.
Tekrar Van'a getirilen Ayşe'nin son bir isteği vardı o da henüz biri beşikte olan 8 çocuğunu ölmeden önce, son bir kez görebilmekti.
Özellikle daha yedi aylık beşikte olan, bebeği Songül'ü düşünüyordu. Çocuklarının sayısının son olması için en küçük çocuğunun adını Songül bırakmıştı. Kendisi gibi, Songül'ün de gözleri gök mavisiydi. Acaba Songül şimdi ne yapıyordu? Kim ona süt verir, kim bakımını üstlenirdi.
Bu karmaşık duygular içinde devamlı Songül'ü düşünüyor, son bir kez onu görebilmek için gece gündüz dua ediyordu.
Ancak çetin kış şartları dolayısıyla, kar yolları kapatmıştı. Yüksekova'nın kuş uçmaz, kervan geçmez yolları kar altındaydı yollar geçit vermemişti Ayşe kadına.
Talihsiz kadın, kocası olacak Şexo ile birlikte günlerce Van'da 3. sınıf bir otelde kalmış, umutla yolların açılmasını beklemişti.
Günler, günleri kovalamış, ancak yollar bir türlü açılmamıştı.
Zaten olan olmuştu artık. Yollar açılsa da Ayşe kadın için fark etmiyordu. Çünkü zavallı kadın çocuklarının isimlerini sayıklaya sayıklaya, yavrularını son bir kez göremeden hayata gözlerini yummuştu.
Ateş düştüğü yeri yakmış, henüz 35 yaşındaki Ayşe kadın, biri beşikte, 8 yavrusunu öksüz bırakıp bu fani dünyadan göçüp gitmişti.
35 yıla nasıl sekiz çocuğu sığdırmıştı?
Kaç yaşında çocuk olmuş, kaç yaşında genç kız, kaçında çocuk anne kimse bilmiyordu. Yalnız bilinen tek şey, Cahit Sıtkı Tarancı'nın dediği gibi daha yolun yarısında, arkasında, babası yaşında bir koca ve 8 öksüz çocuk bıraktığıydı.
Yaşarken Ayşe'nin sesine kulak vermeyenler, o öldükten sonra açmaya başlamıştı yolları. Tabi iş işten çoktan geçmişti. Daha sonra iş makinalarının açtığı yoldan, bir çuval gibi, kamyonete konulan Ayşe kadının cenazesi, tam 9 saat süren bir yolculuktan sonra ancak köye ulaşabilmişti.
Acılı koca Şexo, eşinin son isteğini yerine getirememenin ezikliğini taşıyordu. Sekiz minik yavrunun hıçkırıkları ise, birer buzdan damla olup zap, suyuna düşmüş, sürüklenip gitmişti.
Acı, gözyaşı ve sefalet içinde geçen toplam 35 yıl yaşayan, Ayşe kadın ancak öldükten sonra doğduğu topraklara ulaşabilmişti.
Şexo, karısını, dualar eşliğinde toprağa verdikten sonra, timsah gözyaşları dökerken bir taraftan da, yeni bir eş bulmanın planlarını yapmaya başlamıştı bile.
Ancak burada olan çocuklara olmuş, sekiz minik yavru boynu bükük yetim kalmıştı. Zavallı çocukların gözyaşları ve üzüntüleri haftalar, hatta aylar sürmüştü.
Yeri göğü inleten bu feryatları burada kelimelere sığınıp anlatmaya, yürek dayanmaz, yaşamayan bilemezdi. Ancak bilinen tek şey, Yüksekova'da iki mevsim vardı…
Birisi yaz, öteki kış.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder