20 Haziran 2019 Perşembe

AĞITLI KADINLAR


AĞITLI KADINLAR


Kadın olmak ana olmak, aslında sanıldığı kadar kolay bir iş değil. Yaşamın tek bir ustası varsa oda kadınlardır.
   Yıllar önce bir resim sergisine gitmiştim, yüzlerce güzel tablonun içinde biri vardı ki; çığlığı Kaf dağından duyuluyordu. Güneydoğu’lu başında tülbendi bir gözü Dicle, bir gözü Fırat Nehri olarak tuvale yansımıştı gibi, gözyaşları tıpkı bin yıllardır akan Fırat ve Dicle’yi andırıyordu.  Dünya kurulduğundan bu yana bereketin güzelliğin sembolü olan Dicle ile Fırat yaşlı kadının gözlerinden temsil edilmişti. Resmi yakından incelediğimde, bin yıllardan bu yana Mezopotamya topraklarında Dicle ile Fırat’ı besleyen meğer anaların gözyaşlarıymış!
Tarih boyunca anaların çığlığı ve acısıyla korkup kaçmış ovadan ak kanatlı güvercinler.
Bir parça kıraç toprak, töreler, aşiret kanunları, güçlünün, güçsüze diş geçirdiği bu bölgede gün geçmiyor ki; anaların gözyaşları sadece tülbentlerini değil toprağı ıslatıyor.
 Birkaç gün Önce Siverek’te kurşunlara hedef olan gerisinde yetim yavrular bırakan ömrünün  baharında toprağa düşen iki  kadının ölüm  çığlığı karşısında isyana durdu gözlerim..
Yeter değil mi? Allah aşkına yeter değimli bu ölümler ve anaların gözyaşları dursun artık isterse Fırat İle Dicle kurusun!...
   Tarihten bu yana Mezopotamya kadınlarının gözyaşları hep akar tıpkı Dicle ve Fırat gibi. Bazen Fırat’ın azgın sularının sesinde sağırlaşır tüm yürekler, bazen de Dicle gibi sessiz tıpkı gömleği kefen olan nazlı bir gelin misali ağlar, acılarını kendi içinde yaşar ve benim coğrafyamda ya yüreğinde ya da gözlerinde yaşar herkes kendi acısını, İnsanın feryadı sessiz çığlıklara döner. Tüm çabalarına rağmen kurtaramaz, alamaz Azraillin elinden sevdiklerini, ak tülbendi gözyaşlarıyla ıslanırken, kanla sulanır bastığı topraklar. Kadının yüreği o kadar yanar ki; kış ayazında güneşi ısıtır acı dolu şimşek gibi öfke saçan gözleri. Bedeni savrulur rüzgârlara, söylenmemiş türküleri varken, teslim olur kara bahtına, teslim olur da yaşayamaz insanlığını, kadınlığını, analığını…
Huzur içerisinde sevgiyle yaşamak yerine, duygulara verilen değerler hep korku içerisinde yaşanır kadim kentlerde. Ölme ve öldürme psikolojisiyle korku içerisinde sessiz ağıtlar dönüşür benim coğrafyamda.
   Ne kadar acıdır ki; kadınların yüzyıllarca söylenecek Kürtçe-Türkçe ağıtlarına şahit olup hayata dair tüm duygularını nasıl yitirdiklerini yaşayarak Öğrenmek varmış yaşantımda.
 Öç alma duygusuyla, ortaya çıkan, hain tuzaklar kurarak karşılıklı cinayetlere sürüklenen hatta aile-akraba içi kan akmasına neden olan kan davaları günümüzde hala devam etmektedir. Etik çerçevede hak arama sürecine girilmediği, konuşarak, uzlaşarak sorunların çözülmediği, hak ve adalet duygularına inanılmadığı, tatmin olunmadığı durumlarda kişiler içindeki öfkeyle cezayı kendi kesmeye, kendi hukukunu uygulamaya karar verir.Geçmişten günümüze kan davaları yiğitlik delikanlılık, görülüp erkekliğin şanından sayılır. Bireyin yaptığı hatadan, işlediği cinayetten dolayı karşı taraf yaş cinsiyet gözetmeden tüm aileyi sorumlu tutar. Hain planlarını bu doğrultuda hazırlar ve eyleme dönüştürür.
Ne kadar acıdır ki kan davasının en büyük mağduru kadın ve çocuklardır. Kadınların dul evlatların yetim kalmasının akabinde yaşanan trajediler genelde arazi anlaşmazlığı yüzünden başlar. Yaşanan kanlı süreçte kadınlar ve çocuklar hedef seçilmezken, yakın zamanda Siverek’te yaşanan olayda kadın ve çocukları gözetmeksizin haince saldırı yapılması ve kadınların öldürülmesi olayların ne kadar çığırından çıktığını ve öfke kontrolsüzlüğünün insanların gözünü nasıl kör ettiğini gösteriyor. Kan davasını devam ettiren erkekler yaptıkları insanlık dışı  eylemlerle ya öldürülüyor ya da suç işlediği için cezaevine düşerken geride kaderine terkedilmiş gözü yaşlı dul kadın, yetim çocuklar, gözü yaşlı analar bırakıyor.
   Yaşamı boyunca babam, ağabeyim, kocam öldürür diye korkan kadınlar, günümüzde aile fertlerinden birinin ters düştüğü kişiler yüzünden öldürülüyor.
         Bir zamanlar; tülbendini yere atıp ölümlerin önüne geçen kadınlar şimdi erkelerin bencilliği, mal hırsı ve cehaleti yüzünden ölüyor, öldürülüyor. Olayları derinlemesine incelediğimizde zaman zaman kan davasına sürükleyen kişilerin kadınlar olduğunu görüyoruz. Kadın kanlı gömleği intikam için saklarken, ak tülbendini yere atıp ölümleri durduruyordu bu coğrafyada. Ye yazık ki;  günümüzde bencilik ve aç gözlülük adına, töreler adına artık yağlı kurşunların hedefi kadınlar ve genç kızlar oluyor.
Günümüzde insanlar uzaya şehirler kurarken, benim coğrafyamda namlular bu kez kadınlara yönlendiriliyor günahsız masum insanlar katlediliyor, her gün daha çok duyuluyor Fırat ve Dicle’nin isyan sesi.
    Sahi bize ne oldu? Neden anasından doğarken ağlayan kadınlar bir ömür boyu ağlıyor, yetmiyor kadınlar ölürken ağıtları şivanları kızlarına geçiyor. Kız çocukları hayatın baharında iken aile büyüklerinin aldığı kararla yaşamları tam bir drama dönüşüyor. Diploma yerine babalarının, ağabeylerinin kanlı gömleklerini alıyorlar ellerine, en zorlu sınav başlıyor hayatlarına dair. Erkek çocukları küçüklükten intikam duygusuyla aşılanıyor, büyüyüp babasının katilini öldüreceği günlerin hayali kuruluyor, planları yapılıyor. Ağlama sırası bu masum yavrularda. Düşünüyorum; hangi din hangi inanç hangi kanun bunu kabul eder? Nerede insanlık, nerede dinlerin kutsal kanunları nerede vicdan, merhamet, adamlık, nerede Allah aşkına, Muhammed aşkına ne zaman bu coğrafyaya gelecek adalet?
 Ve Fırat, Dicle bu gün bile   kan akıyor kan….

ERKEKLEŞEN KADINLAR…

ERKEKLEŞEN KADINLAR…


Yıllardır; kadınlarla ilgili özel günler kutlanmakta, etkinlikler düzenlenmekte, sayısını bile bilemediğimiz kadın konulu sivil toplum kuruluşları bir takım çalışmalar yapmaktadır. Toplumumuzda “kadının yeri evidir” Bakış açısını sahip, sayıları azımsanmayacak bir kitle olduğunu hepimiz bilmekteyiz. Bir yandan kadınları iş hayatına sokmak, siyasete katılımlarını sağlamak, başarılarını gündeme taşımak adına bir takım çalışmalar yapılmaktadır.
    Öte yandan kadının evde ya da işte emeğinin gündeme gelmesi hak, ettiği değeri elde edebilmesi için büyük mücadele verilmektedir. Tüm çabalara rağmen istenilen noktaya varılamazken her sonuç yeni tartışma konuları doğurmaktadır. Başarılar gündeme getirilmeye çalışılırken toplumun belli bir bölümü hala kadının çalışıp çalışmaması konusunu tartışmaktadır.
    Araştırmacıların yaptıkları anketler sonucunda çoğunluğun görüş gözlüğü ile  “kadının yeri evidir” tespitine karşı gelmektedir. Dünya geneli yapılan anket çalışmalarda ülkemizdeki insanların  “kadının yeri evidir” düşüncesini daha çok savundukları görülmektedir. Dünya geneli yapılan değerlendirmelere bakacak  olursak  doğu ülkeleri kadını evinde görmek isterken, batıya ilerledikçe bu düşünce azalmaktadır.
   Kadınlar iş hayatına atıldıklarında iş yükleri artmaktadır. Eğer aile ortamında iş bölümü, paylaşım yoksa kadının sorumluluğu arttığı için psikolojik olarak yıpranması hız göstermektedir. Zamanla evliliklerde çatırdamalar, hızlı boşanmalar, ruhsal bozukluklar,  özgüveni eksik, ruhen sağlıklı olmayan çocuklar yetiştirilmeleri kaçınılmazdır.
   Toplumdaki algıya göre;” çalışmayan kadınlar evde cahil kaldı, çalışan kadınlar kendini yetiştirdi geliştirdi” Düşüncesi ağır basıyor. Çalışan kadının kendinden nasıl fedakarlık edip bir çok değerini kaybettiğini kimse anlamak görmek istemiyor. Çalışan kadın ekonomik özgürlüğünü elde ederek kendi parasını kendi kazanmaya başladığı gün hayatında manevi anlamda eksikliklerin yetersizliklerin başladığını anladıklarında çok geç kalmış oluyor. Kahvaltıya sıcacık poğaçalar yapan annelerimiz birer birer tükenip yok olurken, çocuğunu kahvaltı yapmadan eline üç beş kuruş para verip servise bindiren annelerin sayısı her geçen gün artmaktadır. Durumun en vahim tarafı maaşlarını aldıklarında kazandıkları parayı çocuğunun obezite tedavisi ya da psikiyatri seansları için harcamalarıdır.
   Patronu kızmasın, arkadaşlarından geri kalmasın, karizması sarsılmasın diye topuklu ayakkabısı, ince çorabıyla sabahın ayazında düşüyor yollara kadın yüreği buz kesmiş bir halde ömrünün en verimli yılları otobüs duraklarında heba ediliyor. Daha iki yaşında anne kuzusu çocuğunu kreşlere teslim edip. Çocuk günün yarısını “annemi isterim” söylemleriyle ağlayarak geçiyor. Bir parça daha şans varsa anneanne-babaanne daha evlerine yakın oluyor birinden biri çocuğa bakmayı kabul ediyor. Bazen hafta içi anneanne-babaanne çocuğa dönüşümlü bakıyor. İki-üç aile terbiyesi ve sistemi arasında gidip gelen çocuk daha dört yaşında tüm sülaleyi üstün zekâsıyla parmağında oynatıyor. Aileler adına her ne kadar özgüven dese de şımarıklık, ukalalık, hatta terbiyesizlik ve özgüven arasındaki o ince çizgi kayboluyor anlamını yitiriyor. Kural bilmeyen sınır tanımayan yoktan anlamayan bir nesil yetişmeye devam ediyor.Anne çalıştığı çocuğuyla yeterince ilgilenemediği için çocuğun her dediğini yaparak, her istediğini alarak vicdanını rahatlatıyor egosunu tatmin ediyor.Anne  o kadar hırs yapıyor ki bir hafta sonu çocuğuyla geçireceği zamana piyano kursu, gitar kursu, dil kursu vs. aldırmadan yapamıyor.Müzik kulağı olmayan çocuğa metazori müzik dersleri aldırarak  vicdanını rahatlatıyor.Anne çocuğu kursa bıraktığında ya koşa koşa arkadaşıyla kahve içmeye gidiyor yada kapıda diğer annelerle konuşarak çocuklarını kıyaslama muhabbetlerine giriyorlar.Dünya ülkeleri okullarda at koşturup ücretsiz binicilik dersleri verirken, biz üstüne para vererek çocuklarımızı yarış atı gibi koşturmaya devam ediyoruz! Düğün hazırlıkları sürecindeki izinler, doğum-süt izni, nöbetli çalışan annelerin gece çocuklarından uzak sabahlamaları, anneliğin en kutsal süreci sayılan ve anne çocuk arasındaki duygusal bağı arttıran emzirme döneminde sütlerini sağarak dondurucuya koyarak bebeklerine bakıcı tarafından verilmesi, çocuğunun ilk karnesinde yanında olmaması, ilk anne dediğinde duyamaması vs Yoğun tempoda çalışan annelerin çocuklarına verdikleri zararları saymakla yaşayamadıkları hayatı muazzam duyguları, neler kaçırdıklarını anlatmakla bitiremeyiz.
Kadın evin salçasını, yağını, çocuğun ayakkabısı, özel dersi, iş yerinde şık görünmesi gerektiğini düşündüğü için zorunlu aldığı kıyafetler dışında ruh halini manevi tatminini unutur oldu. Çarşıya çıktığında ilk aklına gelen çok istediği dantelli geceliği alamadı. Evinin çocuğunun ihtiyaçlarını düşündüğü gün yenilgi başlamıştı zaten.
Kadın özgürlüğünü en güzel yaşayabileceği evine hasret kaldı. Otel misali oldu evler, evlerin içerisinde ki hayatlar yaşamlar mum ışığı gibi söndü yavaş yavaş. Akşamdan akşama bir iki saat birbirini gören aile fertleri ve yorgunluktan bitkin düşülen soğuk yataklar… Yan yana bedenler ama birbirinden uzak yürekler. Akabinde mutsuz uyananlar günaydınız, haşlanmış yumurtasız sabahlar. Taze demlenmiş çay kokusu yerine gerilim esen rüzgârlar…
Hani kadın bir çiçekti, hani narindi yanlış dokunulduğunda gelincik gibi yaprakları tek tek dökülürdü. Hani kadın pırlantaydı, doğru ellere düşüp işlemesini bilene bir servetti. Nerede kelebek gibi kanadı kırılmasın diye el üstünde tutulan kadınlar. Nerede güvenle sırtını dayadığı hayat arkadaşı Hani nerede taşı sıksa suyunu çıkaran evinin ekmeğini getiren mert, delikanlı eşi, sevdiği.
Aslında kariyerde yaparım çocukta hepsini tüm gerekliliğiyle idare ederim düşüncesi hayalden öteye geçemedi. Sakin dingin huzurlu bir yaşam mı, modası geçen az ayakkabı az kıyafet, lüks kafeler yerine dostla evde koltukta bacağını uzatıp samimiyetle içilen bir kahve mi? Lüks bir yaşam için stresli zamanla yıpranan psikolojiyle duygudan eksik kalan aile bireyleriyle çalışma hayatına inatla devam mı! Takdir sizin…
Sözümüz meclisten dışarı kadın çalışmasın demiyoruz, kadının eli değmeyen hiçbir şey verimli olamaz değer bulmaz. Ama kadın uygun doğru şartlarda çalışmalı dünyevi hırslarına kapılmış giderken sevdiklerini ikinci plana atmamalı.Üç kuruş para kazanıp maneviyatını rahatlatacak diye kreşlerde “anneee!…” diyerek çığlık atan gözü yaşlı çocukları ardında bırakmamalı.Günümüz hayat şartlarında kocanın yetemediği ya da sorumluluklarını yerine getiremediği için  evini geçindiren, çocuğunun ekmek parasını kazanmak zorunda kalan üç kuruş para için emeğiyle ciğeri beş para etmez patronların kahrını çeken eli öpülesi annelerimizi kadınlarımızı bir kenara koyuyoruz.Onlara saygımız sonsuz.
Kısacası yaşanan bu süreçte kadın yüklendiği misyonla erkekleştiğinin farkına varamadı.
Ne erkeğin adamlığı kaldı, ne kadının kadınlığı dişiliği hepsi Ayhan Işık dönemindeki siyah-beyaz Türk filmlerinde kaldı…
Bir varmış bir yokmuş misali…