17 Kasım 2019 Pazar

NE KOMŞUMUZ KALDI NE DE KÜLÜMÜZ

NE KOMŞUMUZ KALDI NE DE KÜLÜMÜZ

Teknoloji ilerledikçe insanların manevi olarak açlığı artış göstermekte, bir boşlukta sürünmekte ve doyum noktasına ulaşamamaktadır. Bu durumdan çok şikayetçi olmamıza rağmen süreci değiştirmek adına hiçbir çaba göstermemekle birlikte var gücümüzle destek vermeye devam etmekteyiz.
Yaşadığımız apartmanların beton yığınlarının içerisine yarı açık cezaevi misali bir nevi mahkûm gibiyiz. Kapitalist sistemin kurduğu düzenin içerisinde daha çok ürüne sahip olmak için çok çalışmaktayız ya da günümüz şartlarında kazandığımız para yaşamımızı idame ettirebileceğimiz kadarına yetmediği için daha çok çalışmak zorunda kalıyoruz. Yaşarken ayakta kalma mücadelesiyle çevremizdeki güzellikleri fark edemiyoruz, etrafımızdaki insanlarla iletişimi kesip paylaşımı azaltıp, birlikte yaşamayı, inanmayı, güvenmeyi hatta sevmeyi unutabiliyoruz.
Biz Eskiden Daha Mutluyduk!
    Komşularımızla samimi güvenilir bir ortam içerisinde yaşarken maddi-manevi birbirimize destek olurduk. Bir esnafın işi ters gittiğinde borç dahi verilerek destek olmaya çalışılır işletmesi batmasın diye elimizden geleni yapardık. Şimdilerde işleri ters giden işletmenin başında adeta akbaba gibi bekleyip “biraz daha batsın devralalım” diye iç geçirip sinsice planlar yapıyoruz. Dayanışma vardı mahallemizde, selamlaşmadığımız komşumuz yoktu. Yeni bir komşu taşındığında kimi yerleşmesine yardım eder kimi bir tabak yemek bir demlik çayla destek verip ailenin küçük çocuğu ayakaltında perişan olmasın diye çocuğu evlerine alır bakarlardı. Düğün, asker uğurlama, badana-boya, konserve, turşu döneminde imece usulü herkes birbirine yardım ederdi. Annemiz müsait olmadığında okulda veli toplantımıza bile komşu teyzemiz gelirdi.
     Çocuklar kız-erkek ayrımı olmadan mahallede kardeşçe oyunlar oynar birimizin annesinin pişirdiği kek hepimize dağıtılırdı. Memlekette olan cenaze, düğün vs. okul dönemine denk geldiğinde ailemiz bizleri komşuya bırakır giderdi. Sabah uyandığımızda evin babası çocukların harçlıklarını verip başlarını okşayarak okula gönderdiğinde bizleri ayırt etmezdi. Şimdilerde ki gibi acaba çocuğum tacize uğrar mı? Başına kötü bir şey gelir mi? korkusu düşüncelerde dahi yoktu. Komşu kendi çocuklarını kanatları altına alırken bizleri de kucaklamaktan geri kalmazdı. Evlerin kapıları sıkı sıkı kilitlenmezdi, öyle kasa anahtarı İngiliz anahtarı çelik kapı gibi şeyler yoktu hayatımızda.
Bir aile içerisinde huzursuzluk yaşansa aile içi tartışma şiddete hatta faciaya dönmeden komşular aileye destek olur barıştırır uzlaştırır tatlıya bağlarlardı. Sabah ekmeği alınırken komşunun ekmeği var mı diye sorulur, akşam ekmeği alınırken kapı önü muhabbetler yapılırdı ekmeğin ucu yenir kalan yarısı çocuklara dağıtılırdı.
Eskiden Daha Mutluyduk Biz!
    Gündüz her şeyi birbirleriyle paylaşan annelerimiz hiç görüşmemiş gibi akşam babalarımızla misafirliğe giderlerdi.  Biz çocuklar soba başında ödevlerimizi yaparken ailelerimiz keyifli sohbetin doruğuna çıkardı. Eğitim, siyaset, tarih, coğrafya konuşulur tartışılırdı. Bilgili kültürlüydü babalarımız boş laflara ayıracak zamanları olmadığı gibi kimsenin karısına kızına yan gözle bakmazlardı. En büyük psikoloğumuz mahallemizin büyüğüydü. Tüm sıkıntılar ona anlatılır yol göstermesi çözüm üretmesi beklenilirdi.
    Ahde vefa vardı bizim mahallemizde. Yapılan iyilikler asla unutulmazdı. Yemek paylaşımı görgüsüzce sosyal medyadan değil bir tabak eşliğinde komşudan bizzat gelirdi bizlere.
Ne oldu da bu kadar kötü, duyarsız olduk. Kapattık kendimizi kapıldık yaşamın seline. Belki de büyük şehirler, geçim sıkıntısı, özenti, birazcık sonradan görmeliğimiz aldı götürdü değerlerimizi. Aile içi iletişim koparken komşular tanınmazdan gelindi, mahallemizin küçük esnafının yolu unutuldu. Sabah işe gidip akşam dönerken mahallelimizi, komşumuzu tanımaz olduk. Mahallenin kedisi köpeğiyle birlikte doğamızın yok oluşunu görmezden geldik. Ne etrafımızda gelincikler papatyalar kaldı ne de yüreğimizde sevgiler. Çınarlarımız devrildi birer birer…
    Ne komşumuz kaldı ne de muhtaç olduğumuz komşumuzun külleri, savruldu gitti…

5 Kasım 2019 Salı

KARA ÖNLÜKLER BEYAZ HAYALLER

KARA ÖNLÜKLER BEYAZ HAYALLER

Bir zamanlar siyah önlük çocukluğumuzun en beyaz sayfasıydı. Okulumuzda hepimizin önlüğü neredeyse aynıydı. Tek parçadan oluşan bu önlüklerle hareket özgürlüğümüz kısıtlanmadan istediğimiz gibi oyunlar oynayabiliyorduk. Zenginin fakirin çocuğu aynı önlükle koşturuyordu okul bahçesinde hayalini kurduğu başarı huzur dolu yarınlara…
    Arkadaşlarımızla aramızdaki en büyük fark meraklı ve becerikli annelerin el emeği göz nuruyla yaptığı dantel yakalardı. Hafta sonu dantel yakalar yıkanır ütülenir kolalanırdı. Annelerimiz haftanın ilk günü yakaları takarken çabuk kirlenmesin kolası bozulmasın diye sürekli nasihatler uyarılar yapardı. Yakalığımızın kolası bozulmadan hafta sonunu getiremezdik illa ki kirlenirdi. Özellikle erkek öğrenciler futbol maçlarında profesyonel oyunculuk sergilerken yakasının önlüğünün kirlendiğini hatta düğmelerinin koptuğunun farkına bile varmazdı.
    Arkadaşlarımızla eşittik, eşit şartlarda okuyorduk o kadar eşittik ki beslenmemizdeki menü bile genelde hep aynıydı. Beslenme teneffüsünde yumurta kokusu sınıfı sarardı çünkü birçoğumuzun annesi beslenmemize haşlanmış yumurta, zeytin, peynir koyardı. Muz zengin meyvesiydi o dönemlerde ekonomik durumu iyi olan aileler çocuğunun beslenmesine muz koymazdı. Arkadaşları görür canı çeker üzülür diye derin ince düşünürdü bizim annelerimiz. Sulu boyası olmayan arkadaşımızla paylaşırdık boyamızı. İki fırçamız varsa boya kabını ortaya koyar ortak kullanırdık Şayet iki fırçamız yoksa sırayla kullanırdık birimiz çizerken diğerimiz boyardık. Öğretmen malzememiz tam mı diye kontrol ederken arkadaşımızın eksiğini öğretmen fark etmesin diye elimizden geleni yapardık.    Haşlanmış yumurtamız, kırmızı beslenme kabımız, kara önlüklerimiz aynı olsa da ucu bucağı olmayan pembe, beyaz, mavi hayallerimiz vardı bizim…
    Bakanlığın aldığı kararla okullara serbest kıyafet uygulaması getirildi. ”Çok okuduk, çok inceledik, çok araştırdık, öğrenciler serbest kıyafetle daha özgüvenli olacak akabinde başarı gelecek bu değişim şart”  dediler. Değişim iyilik, güzellik, başarı getirdi mi yoksa eşitliği alıp götürdü mü tartışılır. Süreç; siyah önlükler kalktı mavi önlüğe döndü olmadı serbest kıyafet dönemine geçiş yapıldı. Bir devir kapandı bir devir başladı. Siyah önlükler sadece hepimizin albümlerindeki fotoğraflarda anı olarak kaldı.
    Serbest kıyafet uygulamasıyla öğrenciler arasında uçurumlar oluşmaya başladı ve her geçen gün arttı. Zengin ve fakir arasında ki fark ortaya çıktı. Serbest kıyafet Savunucuları her ne kadar siyah önlüğün öğrencinin psikolojisini bozduğunu söyleseler de serbest kıyafet uygulaması hem öğrencilerin psikolojisini bozdu hem de velilerin hatta yetmedi okul yönetimlerinin... Özellikle kız çocukları “yarın ne giysem acaba” telaşına düşerken dersten nasıl uzaklaştığının farkına varamadı. Bunu düşünmek zorundaydı çünkü en yakın arkadaşı her gün farklı giyiniyordu üstelik giydikleri ünlü markaların logosunu taşıyordu. Sistem yerine oturmadan süreç sinsice ilerleyip bir rekabet ortamı oluşturmuştu. Üstelik annelerde sisteme dâhil olmuş “yarın ne giydireceğim” düşüncesiyle bilinçsizce sisteme destek veriyordu.
    Öğrenciler en güzel, en yakışıklı en şık olmanın derdine düştüler. Sabah okula geldiklerinde öncelikle birbirlerine bakıp ne giydiklerini inceler yorumlarını yapıyorlar. Bazen yorumlar o kadar acı oluyor ki arkadaşının canını nasıl yaktığının farkına bile varamıyorlar. Yaşananlardan dolayı öğretmenler dahi zaman zaman otoriteyi kaybedip disiplini sağlamakta güçlük çekiyor. Serbest kıyafetle birlikte yaş gurubuna göre küpeler, kolyeler, bileklikler, rujlar, parlatıcılar, boyalı saçlar, rimeller vb. okul çantalarında çoktan yerini almaya başladı. Serbest kıyafetle okula gelen öğrencinin özgüveninin arttığı düşünülse de aslında şımarıklıkla birlikte gelen disiplinsizliğin farkına varıldığında çok geç olmuştu.
    Yaşanan birçok olumsuzluktan sonra okullar birer birer tek tip kıyafete dönmeye başladılar. Forma seçiminde kurum yöneticileri kurumun vizyon ve veli portföyünün sosyal-ekonomik durumuna göre değil popüler kolejlerin formalarına göre karar almaya başladılar. Seçimler yapılırken çoğu zaman çocukların fiziksel özellikleri düşünülmedi. Örneğin; çok kilolu öğrenciye beli lastikli pantolon yerine kemerli pantolon verilerek fiziksel farklılıklar gözden kaçırıldı.
    Avrupa ülkeleri bu konuda hep örnek gösterildi. Birçok ülkede serbest kıyafet uygulaması olduğunu biliyoruz. Süreci nasıl sindirip içselleştirildiğini doğalında yaşadıklarını anlamak istemiyoruz ya da anlamaya çalışmıyoruz. Belki önce alt yapısı temeli sağlam oluşturulup anne-baba okullarıyla ebeveyn, öğrenci ve okul yönetimlerine eğitim verilseydi sistem başarılı olacaktı. Ama birçok şey gibi temeli olmayan düşünceler üzerine inşa edilince yaşanılan olumsuz sonuçlar kaçınılmaz oldu.
Keşke çocuklarımızın önlüğü-formasıyla uğraştığımız kadar eğitim süreçleriyle akademik kişisel başarılarıyla uğraşsaydık. Hangi forma, kıyafet diye düşüneceğimize bizlerde aya nasıl gezi düzenleyeceğimizin planlarını yapsaydık. Kıyafet yüzünden yargılayıp eleştireceğimize yaptıkları projelerin artılarını eksilerini anlatıp daha nasıl işlevsel hale getirebiliriz tartışmaları yapsaydık.
    Ne zaman ki yaşananlara nasıl ne şekilde anlam yüklediğimizi öğrenirsek, olayları kişiselleştirmeyip bütünlük bazında değerlendirip bakmakla-görmek arasındaki farkı yakalarsak o zaman yaşadığımız birçok sorun tamamen ortadan kalkar. Çocuklarımıza yediği, içtiği, giydiğiyle kendini değersiz hissetmemesi gerektiğini öğretilmeliyiz. Çocuğumuz gösterişle değil emekle, bilgiyle, değerleriyle bir yerlere gelebileceğini öğrenmeli. O vakit özgüveni yüksek ayaklarının üzerinde duran değerlerine kültürüne bağlı bireyler olarak topluma karışacaktır. Küçücük dünyalarındaki büyük hayallerini özenti ve gösteriş üzerime kurdurup geleceklerini karatmalarına izin vermeyin.

14 Ekim 2019 Pazartesi

ASTAR VE YÜZÜ MİSALİ ESKİDEN İKİ YÜZLÜLÜK ŞİMDİLERDE ÇOK YÜZLÜLÜK

ASTAR VE YÜZÜ MİSALİ 

ESKİDEN İKİ YÜZLÜLÜK ŞİMDİLERDE ÇOK YÜZLÜLÜK

Günümüzdeki çıkar savaşları insanları hayat döngüsünde belli aşamalardan geçiriyor. Daha bebekken takılıyor yüzlere maske. Kucağa alınmak isteyen süt kokulu bebek, ağlayarak rolünü başarılı bir şekilde oynayıp ebeveynlerinin dikkatini çekerek yattığı beşiğinden kucağa alınmayı başarıyor. Büyüme sürecinde kişisel gelişim doğru tamamlanamazsa yapılan davranış içselleştirilip kişinin karakteri haline dönüşüyor. Zamanla içselleşen davranışlar kişinin karakteri haline geldiği için kişi yaptığı yanlışların farkına varamıyor, yadırgamıyor yaşanan tüm olumsuzluklar normal geliyor.
Hayvanlarla bizi ayıran özelliklerden biri değer yargılarımızdır. İkiyüzlülük insanlardaki değer yargılarını öldürerek kişiyi tehlikeli bir hale getiriyor ve farkında olmadan kendisine ve çevresine ciddi zararlar veriyor.
İnsanın egoları doğrultusunda kendi iradesiyle bulaşıyor virüs bedenini beynini sarıyor iliklerine kadar işliyor sonrasında kurtulamıyor.
İçi başka dışı başka neresinden tutsan elinde kalıyor, evirip çeviriyorsun çözemiyorsun. Çözmeye çalıştıkça derinlere dalıyorsun, sende batıyorsun.
Tedavisi yok, ilacı yok
Astarla yüz misali hem de kırk yamalı yüz…
İkiyüzlü insan dendiğinde aklınıza gelen ilk şey nedir?
Çıkarları doğrultusunda yüreği beş para etmezlere ağam-paşam diyerek önlerinde eğilenler mi?
Fakiri, diplomasızı, garibanı aşağılayan sırtını dönen sırf gösteriş ve çıkar için zengine sofrasını açıp ziyafet çeken mi?
İster misiniz birinin yüzünüze gülücük saçıp arkanızdan sövmesini?
Prensipleri değerleri, ilkeleri olmayan insanlarla aynı ortamda kalmak aynı havayı teneffüs etmek size ne kadar doğru geliyor?
Ne kadar basit ama yaralayıcı hareket ettiklerini neden yüzlerine vurup düzeltmeye çalışmıyoruz?
Tepki vermek için illa arkamızdan iş çevirmelerini zarar vermelerini beklememiz mi lazım?
Sayelerinde her geçen gün değerlerimizi kaybedip kültürümüzden uzaklaşıyoruz. Bozuk insanların kurduğu bozuk düzende sağlıkla huzurla maddi manevi zarar görmeden daha ne kadar yaşayabileceğiz?
Özlemediniz mi eski komşularınızı, komşusunun namusunu namusu, borcunu borcu sayan, acısı acım diyen, bir parça kuru ekmeğini bölüşen insanlarımızı?
Hiç mi özlemediniz?
Hiç mi yüreğiniz sızlamadı?
Kırk yama yüzlü insanlar yüzünden hiç mi gözyaşlarınız akmadı?
Hatta eskilerin deyimiyle hiç mi burnunuzun direği sızlamadı?
Dünya döndükçe rant, koltuk, çıkar savaşları hiç bitmeyecek astarla yüz yerini kırk yama yüze bırakmaya devam edecek. Kırk yama yüzden sonrası ne olur bilemem hayal dünyam bile bunu düşünmeye bile yeterli gelmiyor. Belki de bu iyi günlerimiz, sanırım daha kötüsü çocuklarımızı torunlarımızı bekliyor.
Kim bilir!
Belki bir sabah tatlı sıcak bir günaydınla entrikalardan uzak yalansız, çıkarsız, sevgi dolu bir dünyaya uyanırız.
Belki iyilik melekleri sarar her yanımızı dokunurlar tüm yüreklere sevgi, hoşgörü, merhamet, vicdan, doğruluk dürüstlük aşılarlar. En çokta kırk yama yüzlülere….

4 Eylül 2019 Çarşamba

ÇOCUĞUNUZ OKULA HAZIR MI?

ÇOCUĞUNUZ OKULA HAZIR MI?

Yüreğinizle beyniniz savaşıyor. Çocuğum okula hazır mı?  Acaba seneye mi yollasaydık? Sınıfındaki çocuklarla anlaşıp kolay arkadaş edinebilecek mi? Kendin, sınırlarını, eşyalarını nasıl koruyacak? Ya tuvaletini söyleyemeyip altına yaparsa? En kötüsü de öğretmeni çocuğumu ne kadar sevecek ve ne kadar ilgilenecek? Ya aç kalırsa! vs. olumsuz düşüncelerinizden kutulamıyorsunuz.
 …ve bitmek bilmeyen tükenmeyen sınırı olmayan sorular beyninizi kemirmeye devam ediyor.
Çocuklarınız okula başlaması bağımsız bireyler oluşunun kanıtıdır. Çocuğunuzun ayakta kalacağını düşünmeniz ayrılma sürecini zorlaştırıyor ve hata yapmanıza neden oluyor.
Sevgili ebeveynler ve özellikle anneler, çocuğunuz okula başlamaya hazır; siz hazır mısınız?
Lütfen sadece bu noktaya odaklanın, düşünün ve endişelerinizden kurtulup bir daha yaşayamayacağınız çok özel heyecanlı anların tadını çıkarın.
Okul öncesi kurumunuzdan ve öğretmenlerinizden aldığınız eğitim ve yönlendirmelere göre çocuğunuz okula hazır.
   Eğer çocuğunuz yaşadığını, gördüğünü, duyduğunu doğru ifade edebiliyorsa,
Eline verdiğiniz bir defterin, kâğıdın ortasına vermiş olduğunuz yönergeyle bir çizgi çekip, çöp adam yapıp, daire, kare çizebiliyorsa,
   Anlattığınız hikâyeyi dikkatle dinleyip sorular sorabiliyorsa, yorumlarını katarak sonuç çıkarabiliyorsa,
Dikkati dağılmadan yaklaşık on dakika süresince oyun oynayabiliyorsa,
Rakam, harf ve sembolleri birbirinden ayırt edebiliyorsa,
El-göz koordinasyonunu sağlayıp beden dilini doğru kullanabiliyorsa,
Kendi seçtiği kıyafetleri giyip çıkartabiliyorsa,
El-yüz yıkama, dişlerini fırçalama gibi öz bakım becerilerini yardımsız yapabiliyorsa,
Çatal kaşık tutmayı öğrenip, yemeğini desteksiz yiyerek sofra kurallarına uyuyorsa,
Talepleri karşısında sabırlı olmayı, beklemeyi, karşısındakinin haklarına sırasına saygı duymayı öğrenmişse,
Ukalalık boyutuna varmadan özgüveni gelişmiş ve iletişim becerilerini kazanmışsa,
Aldığı eşyayı, oyuncaklarını toparlayıp yerine koyuyorsa,
Evet!
   Çocuğunuz okula hazırdır. İki kere ikiyi, ülkenin sıra dağlarını, yabancı dil dersinde üç-beş kelimeyi zamanı gelince zaten öğrenecektir. Eğer çocuğunuzu özgüveni gelişmiş sorumluluk bilincine sahip, karakterli yetiştirdiyseniz; emin olun oryantasyon sürecini daha hızlı atlatacak ve akademik anlamda başarıyı yakalayacaktır; fakat bu oryantasyon süresince uyum problemi yaşayabilir,  altına yapabilir, tırnak yiyebilir, saldırgan davranışlar gösterebilir, nedensiz ağlayabilir. Okul yönetiminden, özellikle öğretmeninden destek alıp onlarla işbirliği içerisine girerek sorunu çözebilirsiniz. Yeter ki kendi kaygılarınızı çocuğunuza yansıtmayın. Kararlı olun baskıdan uzaklaşın sakin bir şekilde, sabırla neden okula gitmesi gerektiğini anlatın. Okula gitmesi karşılığında ödül teklif edip öğretmenle okulla korkutup ceza-tehdide başvurmayın. Okula arkadaşlarına sevgisini ifade etmesine izin verin, gün içerisinde yaşadıklarını anlattığında etkin dinleyin ilgisiz kalmayın.
 Okula başlarken okul öncesi dönemde okuma yazmayı sökmüş çocukların tepkileri daha yoğun olabilir. Sınıfta sıkılıp sınıfın düzenini bozan davranışlar sergileyebilir. Diğer öğrenciler okuma yazmayı sökene kadar siz öğretmenle işbirliğine girerek seviyesine uygun kaynak ödev vs. destek alın.
Tüm öğrenci ve öğretmenlerimize başarılı bir ders yılı dilerim.

24 Ağustos 2019 Cumartesi

OKULLAR AÇILIYOR SİZ HAZIR MISINIZ?

OKULLAR AÇILIYOR SİZ HAZIR MISINIZ?

Çocukların okula başlama sürecinde heyecanla tatlı telaş yaşanırken, özellikle annelerin endişe ve kaygıları artış gösteriyor. Kaygıların artmasıyla ebeveynler farkında olmadan çocuğuna hatta okulun işleyişine zarar verebiliyorlar.
Çocuğu okula başlayacak heyecanlı telaşlı annelerin sesini duyar gibiyim.
Eyvah çocuğum okula başlıyor! Çocuğum okula hazır mı?
Aslında siz hazır mısınız?
Çocuğunuzun büyüdüğünü okula başlayacağını kabullenebildiniz mi?
 Okul seçimi konusunda hala emin değil misiniz?
Öncelikle okul seçerken kendi egolarınızı bir kenara bırakın. Çocuğunuzun akademik-sosyal ve zihinsel zekası gelişimi doğrultusunda hangi okula göndereceğinize karar verin. Kendiniz küçükken bale yapamadınız diye çocuğunuza bale dersi olan okulu seçip zorla bale dersleri aldırmaya kalkışmayın. Bedensel zekası zayıf, yüzmeden uzak bir çocuğu zorla suya sokmayın. Sizin zorlamalarınızla çocuğunuz milli yüzücü olmayacak. Akademik yönde güçlü akranlarına göre zihinsel zekası ileride bir çocuğu sosyal aktiviteleri yüksek olan matematik başarısından uzak okullara vermeyin. Hatta zorla aldırdığınız matematik dersiyle yine zorlayarak doktor yaptığınız çocuğunuz yüreği ve vicdanıyla ameliyata girmeyecek , iletişim becerileri bozuk hastanın yüzüne bakmadan reçete yazan, kasap edasıyla hastalarını tedavi etmeye çalışan bir doktor olacaktır. Evet çocuğunuz doktor olmuştur, siz çok mutlusunuz ama çocuğunuz mutsuz…Unutmayın herkesin çocuğu doktor, mühendis, avukat olmayacak. Özellikle annelere sesleniyorum egolarınızı frenleyin, bırakın mutlu oldukları yerde mutlu oldukları işi yapsınlar.
Doğru öğretmen seçme konusunda her yerden herkesten fikir almaya kalkmayın, araştırdıkça kafanız karışacak hata yapma olasılığınız artacak okuldan okula sürükleneceksiniz. Çocuğunuzun öğretmenini yönetmeye, kurumun işleyişine duygularınız doğrultusunda müdahale etmeye kalkmayın. Dört yılı birlikte geçireceğiniz öğretmeninizle sağlıklı iletişim kurarak birlikte hareket edin. Öğretmenlerinizi dinleyin sorun oluştuğunda çözüm odaklı ortak hareket edin. Öğretmeninizle, kurumla sağlıklı iletişim kurmanız aynı frekansa girmeniz çocuğunuzun süreci sağlıklı atlatmasına ve akabinde başarı sağlamasına yol açar.
Çocuğunuzu ilk gün, ilk hafta okula götürmeniz demek her gün okulda bekleyeceksiniz demek değildir. Çocuğunuz okulda sizin varlığınıza alışmadan okuldan ayrılın. İlk günün-günlerin heyecanını stresini çocuğunuza yansıtmayın, tatlı telaşın heyecanın tadını çıkarmaya bakın.
Çocuğunuzun heyecanını anlamaya korkularını gidermeye çalışın. Sorduğu sorulara tatmin edici cevaplar verin. Oyun çağından çıkarak bilmediği sosyal bir ortama dahil olan, akranlarıyla uyum sağlamaya çalışan çocuğunuz zaman zaman kurallara ve disipline karşı gelecektir. Kuralların neden niçin olduğunu anlayabileceği şekilde anlatın.
Çocuğunuz ilk haftalardan sonra hala uyum problemi yaşıyorsa okula göndermekte zorlanıyorsanız durumu mutlaka öğretmeniyle paylaşın ve özeleştiri yapmaktan kaçınmayın.
Çocuğunuzu öğretmenle korkutmaya çalışmayın.” Okula gitmezsen öğretmen kızar, çalışmazsan öğretmen kızar” vb söylemlerden kaçının. Bu şekilde söylemleriniz okuldan iyice soğutacak ve ilerleyen süreçteki akademik başarısını etkileyecektir.
Çocuğunuzun beslenmesine dikkat edin. Sabah erken saatte sağlıklı doyurucu kahvaltı yapmasını beklemeyin. Kahvaltıya zorlamak yerine yanına mutlaka sandviç verin. Eğer kurumun kahvaltı hizmeti varsa kahvaltı yapması doğrultusunda motive edin.
Çocuğunuz oyundan ayrılıp evinin hatta anneanne babaanne rahatlığını bırakıp okula gitmek istemeyebilir. En çok anneden ayrılma korkusu çocukta adaptasyonsuzluk yaratır. Çocuk belli bir süre sonra kendini iletişime kapatabilir ve kendi dünyasında yaşayabilir. Sakin, sabırlı ve kararlı yaklaşımla izah ederek okula neden gitmesi gerektiğini anlatın.
Oryantasyon sürecinde çocuğunuza okulla ilgili sıkça sorular sorup sıkmayın. Okulu, öğretmenini, arkadaşlarını tanımasına fırsat verin. Okula giderken yaptığınız hazırlıklara çocuğunuzu dahil edin. Sevin, şımartmadan sevin sevdiğinizi önemli ve değerli olduğunu hissettirin.
Yaşayacağı ufak tefek sağlık problemlerine hazırlıklı olun. Evinizde hijenik ortamda yaşayan çocuğunuzun bağışıklık sistemi okuldaki bakteri-virüslere karşı yenik düşebilir. Eskisinden daha fazla grip olabilir, ateşi yükselebilir. Bu durum karşısında kurumu, öğretmeni suçlamayın, kırk derece ateşle okula yollamayın.
Çocuğunuza “sakın kalemini krakerini kimseye verme” şeklinde yönlendirmelerde bulunmayın. İhtiyaç dahilinde arkadaşlarıyla paylaşabileceğini öğretin. Unutmayın sevgi, iyilik,  yaşanacak tüm güzellikler ve insani değerler paylaştıkça çoğalır.
Sevgi dolu başarılı bir yıl dilerim.

19 Ağustos 2019 Pazartesi

MEVSİMLİK ÇOCUK İŞÇİLERİ

MEVSİMLİK ÇOCUK İŞÇİLERİ

Yaşamın devamı için, her canlının çabalaması insanın doğası gereğidir. Bunu kabullenmek, yaşantımızı kolaylaştıracağı inancındayım.
    Hepimiz yaşantımızı, çocuklarımızı iyi bir noktaya taşımak için anne ve babalar olarak gönüllü hamallarız.
    Şahsen benim zihnimi yoran yüreğime, paslı, kirli bir hançerin yarası gibi acıyan” mevsimlik çocuk işçilerdir”
   Bu tüm insanların yüreğini acıtmış olacak ki; dünyada ve ülkemizde çocuk işçiliği yasalarla engellenmiştir.
   Gönül isterdi ki, sosyal devlet olgusu tüm katmanlarıyla ülkemde ve dünyanın birçok ülkesinde oluşturulmuş olsaydı.
   Acı ama gerçek, çocuklar aileleriyle birlikte ekmek kazanmak için işçi olmak zorunda bırakılmış. Zorunda diyorum, zira çocukların aileleri yılın altı ayında kendi memleketlerinde yaşarken diğer altı ayını, akrep, yılan hastalık demeden başka topraklarda yaşıyorlar. ,
   Bu konu binlerce kez haber olmuş, sosyologlar, psikologlar bu işe kafa yormasına, seminerler paneller düzenlenmesine rağmen tarım işçisi çocukların durumunda bir arpa yolu düzelme olmadı, her yıl bu durma karşı ancak bir yazı yazarak vicdanımı rahatlatıyorum.
Yüzyıllar geçse de çocuk tarım işçilerinin, başta sağlık, eğitim alanında değişen hiçbir şey yok. Değil ülkemizde dünyanın birçok ülkesinde mevsimlik çocuk işçilerin durumu aynı. Sürece nasıl bakarsak bakalım, hangi açıdan değerlendirirsek değerlendirelim, karşımıza hep aynı vahim tablo çıkıyor. Ülkemizde başta Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde yaşayan işsizliği kader bilen aileler tüm olumsuzluklara rağmen neden sanayileşemiyoruz? Sorularını kendilerine sormaktan vazgeçemiyorlar. Yorgun bırakılan insanlar hayatın ilkel ve acımasız şartlarına karşı direnerek hayata tutunmaya çalışıyorlar.
   İlkel ulaşım şartlarıyla, bir kamyonun kasasına birer eşya gibi istiflenerek çalışacakları bölgeye giderek, iş güvenliğinden uzak, sağlık sorunlarıyla boğuşarak yaşamlarını idame ettirmeye çalışıyorlar. Ne zaman ki bölgelere göre yerel değerlendirmeyi bırakıp mevzunun ulusal bir sorun olduğuna karar verirsek işte o gün çözüm kendiliğinden gelişecektir.
   Yoksullukla başlayan, toprak sahibi olmayan aileler, üç kuruş para kazanma uğruna çocuklarını peşlerinden sürükleyerek farklı coğrafyalarda üç kuruş para kazanma uğruna çocuklarını birçok sosyal imkândan mağdur bırakıyorlar. Suyu, sabunu, banyosu, mutfağı olmayan derme çatma çadırlarda çocuğu zaman işverenin hakaretlerine, tacizlerine maruz kalarak yılmadan mücadeleye devam ediyorlar. Yaşan bu süreçte en büyük zararı yine kadınlar ve çocuklar yaşıyor. Kadınlar bütün gün tarla, bağ, bahçede çalıştıktan sonra akşam saatinde o yorgunlukla bir tencere yemeği kaynatıp çocuklarının azda olsa besin ihtiyaçlarını gidermeye çalışıyorlar.
Minik eller, bir bakarsın Adana’da pamuk topluyorlar, bir bakarsın Bursa’da şeftali, domates… Ordu’da minik eller fındık toplarken evlerinden okullarından, arkadaşlarından uzak nasıl bir sürecin sistemin içerisine girdiğini anlamadan her gün batan güneşle çadırlarına dönerek, yeni başlayacak günün heyecanını yaşarlar. Elleri yara içinde kalıp, kanasa da, küçücük ayakları nasır tutsa da büyüklerinden öğrenmişlerdir yaşadıklarına kader demeyi boyun eğmeyi…
   Akranları oyun alanlarında arkadaşlarıyla oynarken hatta gelişen teknolojiyle farklı oyuncak, materyallere sahipken mevsimlik çocuk işçiler yaşadığımız bu yüzyılda çoğu zaman elektriksiz çadırlarda ay ışığı altında yıldızlarla oyun oynayarak taş misali yataklarda uykuya dalıyorlar. Gelişim çağındaki çocukların bilişsel-sosyal-fiziksel gelişimleri, dengeli beslenmeleri gerekirken minicik elleriyle kışın yiyecekleri bir kilo buğday, pirinç parasını kazanmaya çalışıyorlar.
   Konakladıkları barındıkları ortamın şartlarının yetersiz olmasından dolayı kaza ve yaralanmalar artıyor hatta bazen, ölümle sonuçlanabiliyor yaşadıkları iş kazaları. Mevsimlik işçi göçü başladığı dönemde çocuklar okullarından alınarak haftanın yedi günü çalışmak üzere ailesiyle birlikte yollara düşüyor. Yaşıtları karne heyecanı yaşarken on kişi kaldıkları bir göz çadırda annelerinin yokluğunu aratmamak için ağlayan kardeşini sırtında gezdirip çeşmeden su taşıyor. Karne heyecanı yaşayamadıkları gibi eylül ayında okulların açılacağı ilk günden bihaberdir mevsimlik çocuk işçiler. Eğer ailede bakıma muhtaç küçük çocuk varsa on yaşındaki ablaları kardeşlerine bakma adına görevlendiriliyor.
Peki, çözüm nedir:?
   Çözüm politikasında devletimize çok iş düştüğü STK’ların da konuya duyarlı olup çözüm üretmeleri gerekmektedir. Mevsimlik işçilere yönelik özel yasalar çıkarılmalıdır. Zorbalıkla, ezerek iş yaptıran işverenlere yönelik etkili bir yaptırım getirilmeli, çocuk çalıştıran işverene idari cezalar uygulanmalı, süreç devlet tarafından takip edilmelidir.
Mevsimlik çocuk işçilere yönelik Bakanlıklar, STK, dernek, sendika vs. kurulmalı yasal boşluklar doldurulmalı, işçi hakları aranmalıdır.
Sendikalar MEB ile koordineli gitmeli yoğun işçi alımı yapılan bölgelerde çocukların okullarından geri kalmamaları için uygun şartlar oluşturularak Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı çocukların daha sağlıklı ortamlarda yaşamaları adına bütçe oluşturmalı finans sağlamalı çocukları koruma altına almalıdır.
Çevre ve Orman  Tarım Bakanlığı çocuklara ekoloji tarım dersi gibi dersler vererek bu doğrultuda eğitici öğretici programlar hazırlamalıdır.
MEB’den alınacak destekle çocuklar psikolog gözetiminde olmalıdırlar. İhtiyaç halinde çocukların psikolojilerinin bozulmaması gelişim süreçlerinin etkilenmemesi adına seanslara alınmadırlar.
MEB mobil anaokulları, kreş, atölye vb kurmalı çocukların eğitimiyle yakından ilgilenecek alanında uzman öğretmenler görevlendirmelidir.
Lise son sınıfa kadar eğitimin zorunlu hale getirilmesi ve sürecin devlet tarafından sıkı takip dilerek uymayan ailelere bir takım yaptırımlar uygulanması gerekmektedir.
Ülkemiz Avrupa birliğine aday bir ülke olmasının, bir yana bırakalım insanca çalışma koşulları oluşturulmalı özellikle çocuk işçilerin eğitimlerinin aksatılmaması gerektiğini vurgulamak gerekir eğitim anayasal bir haktır. Ben şahsen ilkel çalışma koşullarını hiçbir işçi kardeşime yakıştıramadım. Bilgi çağını yaşadığımız bu yüz yılda bilim adamları uzaya yaşam istasyonlarını kurmaya çalışırken tarım işçilerinin kamyon kasalarında seyahat etmelerini ülkeme idarecilerime yakıştırmadığımın altını kalın bir çizgiyle çizmek isterim.
Daha güzel bir dünyada hakça bölüşülerek insanca bir yaşam umuduyla…

6 Ağustos 2019 Salı

EĞİTİMDE AKILLI TAHTA KULLANIMI

EĞİTİMDE AKILLI TAHTA KULLANIMI

Eğitimde teknoloji hızla gelişmektedir. Eğitim kurumları, Milli Eğitim Bakanlığı müfredatı doğrultusunda teknolojiyi yıllık planlamalarının içerisine dağıtarak eğitim-öğretim vermektedirler. Bilişim teknolojileri sürecinde, ülke geneline hızlıca yayılıp okullarda yerini alan araç akıllı tahtalardır.
Yıllar önce okullarımıza giren akıllı tahtaların kullanımı, faydaları ve zararları, olumlu-olumsuz yönleri ve sağladığı avantajlar araştırılmış, yönetici-öğretmen fikirleri önerileri alınmış, çocukların gelişimi üzerindeki etkisi gözlemlenmiştir. Eğitim sektöründe akıllı tahta kullanımının çocukların gelişiminde görme, dokunma, işitme gibi farklı duyulara hitap ettiği için maksimum fayda sağlayacağı ve bilginin kalıcı olduğu kanaatine varılmıştır. Öğretmenin bilgiye kolay ulaşacağı, öğrencilere hızlıca görsel, işitsel, dokunsal olarak sunacağı ve bu sayede öğrenci başarısının artacağı kanaatine varılmıştır. Akıllı tahta satışını gerçekleştiren firma yetkilileri, sınıf ortamında sürecin işleyişinde oluşabilecek teknik arıza vb. sorunların giderilmesi için öğretmenlere eğitim vermektedir. Bu eğitimlerle, ders akışının engellenmemesi ve öğretmenlerin daha akıcı bir şekilde ders işlemesi amaçlanmıştır. Maddiyatı yeterli olan kurumlar bu anlamda teknik personel istihdam etmektedir.
    Bilişim teknolojileri, eğitim süreçlerine yön verip tam öğrenmeyi sağlayarak öğretmenin plan-programlarını zenginleştirdi. Teknoloji gelişip akıllı tahta kullanım özellikleri arttıkça öğrencilerin ilgi, merak ve dikkati arttı. Öğretmen gelişen teknoloji sayesinde bilgiye daha hızlı ulaşıp tam öğrenmeyi gerçekleştirerek, öğrencilerin öğrenimden daha fazla verim almasını sağladı. Öğretmen, bu süreçte hizmet içi eğitimlerle teknolojik anlamda kendini geliştirmekte, müfredatla ilgili konuları araştırmakta ve öğrencilere hazırlamış olduğu programlarla üretkenliğini ve yaratıcılığını arttırmaktadır. Konulardan uzaklaşmadan, bilginin kaynağına hızlı ve doğru ulaşarak öğrenmeyi daha akılda kalıcı etkili hale getirmektedir. Öğretmenler, akıllı tahtaların kullanımı için aldıkları eğitim sürecinde; öğrencilerinin konuyu analiz etmelerini, dil gelişimini sağlayarak arkadaşlarıyla gurup çalışması içerisine girmelerini sağlar. Bu sayede iletişim becerileri gelişir,  hayal dünyalarının genişleyerek yaratıcı fikirlerinin ortaya çıkmasının sağlar. Sunum hazırlar ve kalabalığa konuşma yaparak sunum becerilerini geliştirirler, konuya dayalı planlı bir şekilde araştırma yaparlar ve derse hazır gelirler. Öğretmenlere, sınıf ortamında dersi interaktif öğrenme ortamına sokarak, öğrenciye dersin verimli bir şekilde anlatılması öğretilmektedir. Bu doğrultuda kurumlar verdikleri hizmet içi eğitimlerle öğretmenlerinin akıllı tahtaları doğru kullanım yönünde tatmine ulaşmışlardır. Öğretmenler, akıllı tahtalar sayesinde aktif öğrenme ortamı oluşturarak, dersleri daha verimli eğlenceli hale getirip zamandan tasarruf sağlar ve öğrenme kalıcı hale gelir.
…. Ve tabi ki bunlar olması gerekenlerdi!
Peki, ne mi oldu?
Kurumların neredeyse servet ödeyip öğretmenin öğrenme-öğretme sürecinde sınıfta kullanabilmesi için akıllı tahtaları sınıflara monte ettirmeleri yeterli olmadı. Kurumun kontrolsüzlüğü ve takipsizliğinden dolayı bazı öğretmenler akıllı tahta kullanımında yeterli bilgi, birikim ve beceriye sahip olmadığı için sistem tam anlamıyla amacına ulaşamadı. Teknolojiye bilgi, becerisi, ilgi ve merakı olmayan öğretmen süreci doğru yönetemedi ve öğrenciye tam anlamıyla fayda sağlayamadı. İşlemesi gereken konularla ilgili araştırma yapmadığı için faydalı doğru bilgiye ulaşamadı. Çareyi hazır sunumları kullanmakta buldu. Teknoloji geliştikçe akıllı tahtalara belgeseller, aktiviteler, ders programları yüklenmeye başladı bu öğretmeni iyice tembelleştirip araştırmadan uzaklaştırdı. Öğretmen gerek teknolojik gelişime ayak uydurmakta sıkıntı yaşarken; gerekse teknolojiye olan ilgisizliği nedeniyle akıllı tahtayı çizgi film, belgesel izlettiği bir araç haline getirdi. Öğrenciler ilk kez gördükleri bu ekranda sessizce çizgi film izlerken öğretmenler bir bardak çayını yudumlayıp yorulan bacaklarını dinlendirmeye çalıştı.
Öğrenmeye açık öğretmen, kendini geliştirerek gelişen teknolojiye ayak uydurdu derslerini görsel, işitsel, dokunsal işleyerek öğretme şölenine dönüştürdü. Ders planı doğrultusunda araştırma sürecine girdi, planlamasını yaptı ve bu doğrultuda materyallerini hazırlayarak akıllı tahtayı verimli kullanma sürecini zirveye taşıdı. Hazır programlardan uzaklaşarak konu sonrası yaptığı interaktif çalışmayla öğrenmeyi kalıcı hale getirdi.
Kurumların eğitim amaçları sınıflara donattıkları teknolojik araç gereçlerle başarıyı yakaladıkları söylenemez. Önemli olan niçin kullanacağını kavrayan ve nasıl öğreteceğini, anlatacağını, sunacağını bilen öğretmenlere sahip olması ve bu doğrultuda hizmet içi eğitimlerle öğretmenlerin motivasyonlarının arttırılması ve entegrasyonlarının doğru sağlanmasıdır.
Kendini geliştiren, araştıran, üreten, elini vicdanına koyup öğrencilerinin psikolojik durumlarını takip edip bire bir ilgilenen, sıkıntıları olan öğrencilere rehberlik edebilen, okulu öğrenmeyi sevdiren, ders öncesi yapacağı hazırlıklarla öğrencilerin motivasyonunu arttırarak derse katılımlarını sağlayan çağdaş modern yaratıcı üretken öğretmenlerin sayısının artması dileğiyle…

20 Haziran 2019 Perşembe

AĞITLI KADINLAR


AĞITLI KADINLAR


Kadın olmak ana olmak, aslında sanıldığı kadar kolay bir iş değil. Yaşamın tek bir ustası varsa oda kadınlardır.
   Yıllar önce bir resim sergisine gitmiştim, yüzlerce güzel tablonun içinde biri vardı ki; çığlığı Kaf dağından duyuluyordu. Güneydoğu’lu başında tülbendi bir gözü Dicle, bir gözü Fırat Nehri olarak tuvale yansımıştı gibi, gözyaşları tıpkı bin yıllardır akan Fırat ve Dicle’yi andırıyordu.  Dünya kurulduğundan bu yana bereketin güzelliğin sembolü olan Dicle ile Fırat yaşlı kadının gözlerinden temsil edilmişti. Resmi yakından incelediğimde, bin yıllardan bu yana Mezopotamya topraklarında Dicle ile Fırat’ı besleyen meğer anaların gözyaşlarıymış!
Tarih boyunca anaların çığlığı ve acısıyla korkup kaçmış ovadan ak kanatlı güvercinler.
Bir parça kıraç toprak, töreler, aşiret kanunları, güçlünün, güçsüze diş geçirdiği bu bölgede gün geçmiyor ki; anaların gözyaşları sadece tülbentlerini değil toprağı ıslatıyor.
 Birkaç gün Önce Siverek’te kurşunlara hedef olan gerisinde yetim yavrular bırakan ömrünün  baharında toprağa düşen iki  kadının ölüm  çığlığı karşısında isyana durdu gözlerim..
Yeter değil mi? Allah aşkına yeter değimli bu ölümler ve anaların gözyaşları dursun artık isterse Fırat İle Dicle kurusun!...
   Tarihten bu yana Mezopotamya kadınlarının gözyaşları hep akar tıpkı Dicle ve Fırat gibi. Bazen Fırat’ın azgın sularının sesinde sağırlaşır tüm yürekler, bazen de Dicle gibi sessiz tıpkı gömleği kefen olan nazlı bir gelin misali ağlar, acılarını kendi içinde yaşar ve benim coğrafyamda ya yüreğinde ya da gözlerinde yaşar herkes kendi acısını, İnsanın feryadı sessiz çığlıklara döner. Tüm çabalarına rağmen kurtaramaz, alamaz Azraillin elinden sevdiklerini, ak tülbendi gözyaşlarıyla ıslanırken, kanla sulanır bastığı topraklar. Kadının yüreği o kadar yanar ki; kış ayazında güneşi ısıtır acı dolu şimşek gibi öfke saçan gözleri. Bedeni savrulur rüzgârlara, söylenmemiş türküleri varken, teslim olur kara bahtına, teslim olur da yaşayamaz insanlığını, kadınlığını, analığını…
Huzur içerisinde sevgiyle yaşamak yerine, duygulara verilen değerler hep korku içerisinde yaşanır kadim kentlerde. Ölme ve öldürme psikolojisiyle korku içerisinde sessiz ağıtlar dönüşür benim coğrafyamda.
   Ne kadar acıdır ki; kadınların yüzyıllarca söylenecek Kürtçe-Türkçe ağıtlarına şahit olup hayata dair tüm duygularını nasıl yitirdiklerini yaşayarak Öğrenmek varmış yaşantımda.
 Öç alma duygusuyla, ortaya çıkan, hain tuzaklar kurarak karşılıklı cinayetlere sürüklenen hatta aile-akraba içi kan akmasına neden olan kan davaları günümüzde hala devam etmektedir. Etik çerçevede hak arama sürecine girilmediği, konuşarak, uzlaşarak sorunların çözülmediği, hak ve adalet duygularına inanılmadığı, tatmin olunmadığı durumlarda kişiler içindeki öfkeyle cezayı kendi kesmeye, kendi hukukunu uygulamaya karar verir.Geçmişten günümüze kan davaları yiğitlik delikanlılık, görülüp erkekliğin şanından sayılır. Bireyin yaptığı hatadan, işlediği cinayetten dolayı karşı taraf yaş cinsiyet gözetmeden tüm aileyi sorumlu tutar. Hain planlarını bu doğrultuda hazırlar ve eyleme dönüştürür.
Ne kadar acıdır ki kan davasının en büyük mağduru kadın ve çocuklardır. Kadınların dul evlatların yetim kalmasının akabinde yaşanan trajediler genelde arazi anlaşmazlığı yüzünden başlar. Yaşanan kanlı süreçte kadınlar ve çocuklar hedef seçilmezken, yakın zamanda Siverek’te yaşanan olayda kadın ve çocukları gözetmeksizin haince saldırı yapılması ve kadınların öldürülmesi olayların ne kadar çığırından çıktığını ve öfke kontrolsüzlüğünün insanların gözünü nasıl kör ettiğini gösteriyor. Kan davasını devam ettiren erkekler yaptıkları insanlık dışı  eylemlerle ya öldürülüyor ya da suç işlediği için cezaevine düşerken geride kaderine terkedilmiş gözü yaşlı dul kadın, yetim çocuklar, gözü yaşlı analar bırakıyor.
   Yaşamı boyunca babam, ağabeyim, kocam öldürür diye korkan kadınlar, günümüzde aile fertlerinden birinin ters düştüğü kişiler yüzünden öldürülüyor.
         Bir zamanlar; tülbendini yere atıp ölümlerin önüne geçen kadınlar şimdi erkelerin bencilliği, mal hırsı ve cehaleti yüzünden ölüyor, öldürülüyor. Olayları derinlemesine incelediğimizde zaman zaman kan davasına sürükleyen kişilerin kadınlar olduğunu görüyoruz. Kadın kanlı gömleği intikam için saklarken, ak tülbendini yere atıp ölümleri durduruyordu bu coğrafyada. Ye yazık ki;  günümüzde bencilik ve aç gözlülük adına, töreler adına artık yağlı kurşunların hedefi kadınlar ve genç kızlar oluyor.
Günümüzde insanlar uzaya şehirler kurarken, benim coğrafyamda namlular bu kez kadınlara yönlendiriliyor günahsız masum insanlar katlediliyor, her gün daha çok duyuluyor Fırat ve Dicle’nin isyan sesi.
    Sahi bize ne oldu? Neden anasından doğarken ağlayan kadınlar bir ömür boyu ağlıyor, yetmiyor kadınlar ölürken ağıtları şivanları kızlarına geçiyor. Kız çocukları hayatın baharında iken aile büyüklerinin aldığı kararla yaşamları tam bir drama dönüşüyor. Diploma yerine babalarının, ağabeylerinin kanlı gömleklerini alıyorlar ellerine, en zorlu sınav başlıyor hayatlarına dair. Erkek çocukları küçüklükten intikam duygusuyla aşılanıyor, büyüyüp babasının katilini öldüreceği günlerin hayali kuruluyor, planları yapılıyor. Ağlama sırası bu masum yavrularda. Düşünüyorum; hangi din hangi inanç hangi kanun bunu kabul eder? Nerede insanlık, nerede dinlerin kutsal kanunları nerede vicdan, merhamet, adamlık, nerede Allah aşkına, Muhammed aşkına ne zaman bu coğrafyaya gelecek adalet?
 Ve Fırat, Dicle bu gün bile   kan akıyor kan….

ERKEKLEŞEN KADINLAR…

ERKEKLEŞEN KADINLAR…


Yıllardır; kadınlarla ilgili özel günler kutlanmakta, etkinlikler düzenlenmekte, sayısını bile bilemediğimiz kadın konulu sivil toplum kuruluşları bir takım çalışmalar yapmaktadır. Toplumumuzda “kadının yeri evidir” Bakış açısını sahip, sayıları azımsanmayacak bir kitle olduğunu hepimiz bilmekteyiz. Bir yandan kadınları iş hayatına sokmak, siyasete katılımlarını sağlamak, başarılarını gündeme taşımak adına bir takım çalışmalar yapılmaktadır.
    Öte yandan kadının evde ya da işte emeğinin gündeme gelmesi hak, ettiği değeri elde edebilmesi için büyük mücadele verilmektedir. Tüm çabalara rağmen istenilen noktaya varılamazken her sonuç yeni tartışma konuları doğurmaktadır. Başarılar gündeme getirilmeye çalışılırken toplumun belli bir bölümü hala kadının çalışıp çalışmaması konusunu tartışmaktadır.
    Araştırmacıların yaptıkları anketler sonucunda çoğunluğun görüş gözlüğü ile  “kadının yeri evidir” tespitine karşı gelmektedir. Dünya geneli yapılan anket çalışmalarda ülkemizdeki insanların  “kadının yeri evidir” düşüncesini daha çok savundukları görülmektedir. Dünya geneli yapılan değerlendirmelere bakacak  olursak  doğu ülkeleri kadını evinde görmek isterken, batıya ilerledikçe bu düşünce azalmaktadır.
   Kadınlar iş hayatına atıldıklarında iş yükleri artmaktadır. Eğer aile ortamında iş bölümü, paylaşım yoksa kadının sorumluluğu arttığı için psikolojik olarak yıpranması hız göstermektedir. Zamanla evliliklerde çatırdamalar, hızlı boşanmalar, ruhsal bozukluklar,  özgüveni eksik, ruhen sağlıklı olmayan çocuklar yetiştirilmeleri kaçınılmazdır.
   Toplumdaki algıya göre;” çalışmayan kadınlar evde cahil kaldı, çalışan kadınlar kendini yetiştirdi geliştirdi” Düşüncesi ağır basıyor. Çalışan kadının kendinden nasıl fedakarlık edip bir çok değerini kaybettiğini kimse anlamak görmek istemiyor. Çalışan kadın ekonomik özgürlüğünü elde ederek kendi parasını kendi kazanmaya başladığı gün hayatında manevi anlamda eksikliklerin yetersizliklerin başladığını anladıklarında çok geç kalmış oluyor. Kahvaltıya sıcacık poğaçalar yapan annelerimiz birer birer tükenip yok olurken, çocuğunu kahvaltı yapmadan eline üç beş kuruş para verip servise bindiren annelerin sayısı her geçen gün artmaktadır. Durumun en vahim tarafı maaşlarını aldıklarında kazandıkları parayı çocuğunun obezite tedavisi ya da psikiyatri seansları için harcamalarıdır.
   Patronu kızmasın, arkadaşlarından geri kalmasın, karizması sarsılmasın diye topuklu ayakkabısı, ince çorabıyla sabahın ayazında düşüyor yollara kadın yüreği buz kesmiş bir halde ömrünün en verimli yılları otobüs duraklarında heba ediliyor. Daha iki yaşında anne kuzusu çocuğunu kreşlere teslim edip. Çocuk günün yarısını “annemi isterim” söylemleriyle ağlayarak geçiyor. Bir parça daha şans varsa anneanne-babaanne daha evlerine yakın oluyor birinden biri çocuğa bakmayı kabul ediyor. Bazen hafta içi anneanne-babaanne çocuğa dönüşümlü bakıyor. İki-üç aile terbiyesi ve sistemi arasında gidip gelen çocuk daha dört yaşında tüm sülaleyi üstün zekâsıyla parmağında oynatıyor. Aileler adına her ne kadar özgüven dese de şımarıklık, ukalalık, hatta terbiyesizlik ve özgüven arasındaki o ince çizgi kayboluyor anlamını yitiriyor. Kural bilmeyen sınır tanımayan yoktan anlamayan bir nesil yetişmeye devam ediyor.Anne çalıştığı çocuğuyla yeterince ilgilenemediği için çocuğun her dediğini yaparak, her istediğini alarak vicdanını rahatlatıyor egosunu tatmin ediyor.Anne  o kadar hırs yapıyor ki bir hafta sonu çocuğuyla geçireceği zamana piyano kursu, gitar kursu, dil kursu vs. aldırmadan yapamıyor.Müzik kulağı olmayan çocuğa metazori müzik dersleri aldırarak  vicdanını rahatlatıyor.Anne çocuğu kursa bıraktığında ya koşa koşa arkadaşıyla kahve içmeye gidiyor yada kapıda diğer annelerle konuşarak çocuklarını kıyaslama muhabbetlerine giriyorlar.Dünya ülkeleri okullarda at koşturup ücretsiz binicilik dersleri verirken, biz üstüne para vererek çocuklarımızı yarış atı gibi koşturmaya devam ediyoruz! Düğün hazırlıkları sürecindeki izinler, doğum-süt izni, nöbetli çalışan annelerin gece çocuklarından uzak sabahlamaları, anneliğin en kutsal süreci sayılan ve anne çocuk arasındaki duygusal bağı arttıran emzirme döneminde sütlerini sağarak dondurucuya koyarak bebeklerine bakıcı tarafından verilmesi, çocuğunun ilk karnesinde yanında olmaması, ilk anne dediğinde duyamaması vs Yoğun tempoda çalışan annelerin çocuklarına verdikleri zararları saymakla yaşayamadıkları hayatı muazzam duyguları, neler kaçırdıklarını anlatmakla bitiremeyiz.
Kadın evin salçasını, yağını, çocuğun ayakkabısı, özel dersi, iş yerinde şık görünmesi gerektiğini düşündüğü için zorunlu aldığı kıyafetler dışında ruh halini manevi tatminini unutur oldu. Çarşıya çıktığında ilk aklına gelen çok istediği dantelli geceliği alamadı. Evinin çocuğunun ihtiyaçlarını düşündüğü gün yenilgi başlamıştı zaten.
Kadın özgürlüğünü en güzel yaşayabileceği evine hasret kaldı. Otel misali oldu evler, evlerin içerisinde ki hayatlar yaşamlar mum ışığı gibi söndü yavaş yavaş. Akşamdan akşama bir iki saat birbirini gören aile fertleri ve yorgunluktan bitkin düşülen soğuk yataklar… Yan yana bedenler ama birbirinden uzak yürekler. Akabinde mutsuz uyananlar günaydınız, haşlanmış yumurtasız sabahlar. Taze demlenmiş çay kokusu yerine gerilim esen rüzgârlar…
Hani kadın bir çiçekti, hani narindi yanlış dokunulduğunda gelincik gibi yaprakları tek tek dökülürdü. Hani kadın pırlantaydı, doğru ellere düşüp işlemesini bilene bir servetti. Nerede kelebek gibi kanadı kırılmasın diye el üstünde tutulan kadınlar. Nerede güvenle sırtını dayadığı hayat arkadaşı Hani nerede taşı sıksa suyunu çıkaran evinin ekmeğini getiren mert, delikanlı eşi, sevdiği.
Aslında kariyerde yaparım çocukta hepsini tüm gerekliliğiyle idare ederim düşüncesi hayalden öteye geçemedi. Sakin dingin huzurlu bir yaşam mı, modası geçen az ayakkabı az kıyafet, lüks kafeler yerine dostla evde koltukta bacağını uzatıp samimiyetle içilen bir kahve mi? Lüks bir yaşam için stresli zamanla yıpranan psikolojiyle duygudan eksik kalan aile bireyleriyle çalışma hayatına inatla devam mı! Takdir sizin…
Sözümüz meclisten dışarı kadın çalışmasın demiyoruz, kadının eli değmeyen hiçbir şey verimli olamaz değer bulmaz. Ama kadın uygun doğru şartlarda çalışmalı dünyevi hırslarına kapılmış giderken sevdiklerini ikinci plana atmamalı.Üç kuruş para kazanıp maneviyatını rahatlatacak diye kreşlerde “anneee!…” diyerek çığlık atan gözü yaşlı çocukları ardında bırakmamalı.Günümüz hayat şartlarında kocanın yetemediği ya da sorumluluklarını yerine getiremediği için  evini geçindiren, çocuğunun ekmek parasını kazanmak zorunda kalan üç kuruş para için emeğiyle ciğeri beş para etmez patronların kahrını çeken eli öpülesi annelerimizi kadınlarımızı bir kenara koyuyoruz.Onlara saygımız sonsuz.
Kısacası yaşanan bu süreçte kadın yüklendiği misyonla erkekleştiğinin farkına varamadı.
Ne erkeğin adamlığı kaldı, ne kadının kadınlığı dişiliği hepsi Ayhan Işık dönemindeki siyah-beyaz Türk filmlerinde kaldı…
Bir varmış bir yokmuş misali…